Tuna Nehri’nin Görkemli Kraliçesi
Birçok kaynakta Tuna Nehri’nin Kraliçesi olarak geçiyor ve haksızda sayılmazlar. Budapeşte’de Avrupa’nın masalsı şehirlerinden biri, öncelikle bu şehri benim için büyüleyici kılan Gallert Tepesi’ni anlatarak başlamalıyım satırlarıma. Harika, yeşille mavinin buluştuğu görsel şölen edasında seyrine doyulmayacak manzaralar gördüm ancak bu tepenin üzerinden izlediğim şey ben de apayrı hisler uyandırdı. Büyüleyici kelimesi mübalağasız kalıyor, gerçekten büyülendim, bazı deneyimler çok kolay kelimelere dökülmüyor bu da onlardan. Hayatımın en huzurlu hissettiğim anlarını sıralamaya koyarsam ilk üçte Gallert Tepes’i var. Adını hakkında anlatılan şehir efsanesinden almış, huzur verici bir hikaye değil elbet. Şöyle ki Gallert adında ki Pagan bir Piskopos, Hristiyanlığı kabul etmemesinden ötürü bir varilin içerisine koyup tepeden aşağı yuvarlıyorlar ve ölüyor. Tepenin eteklerinde Gallert’in bir anıtını görebilirsiniz. Aynı efsanenin farklı bir versiyonunu da Antakya’da duymuştum. Şehirler, kültürler, insanlar değişiyor ancak hikayeler hep benzeşiyor.
Gelelim şehrin kalbi sayılabilecek Kahramanlar Meydanı’na, turist yığınından dolayı asla sanatsal fotoğraflar çektiremeyeceğiniz bir durak daha. Meydanda yedi adet at, Cebrail ve Katolik haçı bulunan ikonik bir anıt bulunuyor. Milenyum anıtı 1896’da inşa edilmiş, 7 Macar kabilesinin Karpat Havzası’na gelmesinin ve burada yerleşik bir Macar devletinin temellerinin atılmasının 1000’inci yılı anısına yapılmış.
Milenyum anıtını gördükten sonra City Park’a geçmek güzel bir seçenek. Gördüğüm en güzel kalelerden biri oradaydı. İster bir çok mimarı stili barındıran harika Vajdahunyad Kalesi etrafında yürür isterseniz de etrafında ki yapay gölde kürek çekip eğlenceli vakit geçirirsiniz.. Üstelik kalabalık ancak fotoğraf çektirmek için uygun noktalar var. Bana Orta Dünya’yı ya da ortaçağı anımsatan her yapıya bayılıyorum Vajdahunyad Kale’si onlardan biriydi.
Bir sonra ki durağımız diye başlıyorum ancak arada birçok yere uğrayabilmek mümkün, hepsini burada anlatmak mümkün olmazdı.
Budapeşte’nin hatta Macaristan’nın sembolü sayılabilecek nitelikte devasa parlamento binasının önüne geldiğimizde neo-gotik tarzına hayran oldum ancak insana bir yerden tanıdık gelen bir havası vardı. Nitekim 19. yy’da Londra parlamento binasından esinlenilerek inşa edilmiş. Yakınından kadraja almak epey zor ancak parçalara ayırıp çektiğinizde dahi, her parça insanı ayrı ayrı büyülemeye yeter.
Son olarak Chain Bridge’a değinmem gerek. Aşıkları ya da sevenleri birbirine kavuşturan iki yüz metrelik muazzam bir köprü. Buda ve Peşte yakalarını birbirine bağlamak için 1800’lü yıllarda inşa edilmiş. Beraberinde birçok şehir efsanesiyle elbet. Gecesi ayrı, gündüzü ayrı güzel. Güzel diyorum ama her şeye harika, muhteşem, muazzam dediğimi fark ettiğimden, yoksa üzerine söylenecek ya da yazılacak ne fiiller bulurum, bir bilseniz! Dans, müzik, resim, harikulade bir manzara, sıradanlıktan uzak bir mimari ile bir köprü bir insanı nasıl her yönden doyurabiliyor diye şaşırmadan edemedim.
Sanatlı Günler.